Düşünü-YorumGüncelYazarlar

BOYALI KUZULAR

Bademli ye taşındığımdan bu yana daha sık görür oldum adanın koyunlarını. Koyunların kime ait olduğunu belirlemek amacıyla sırt kısımlarına, yünlerinin üzerine farklı renklerden oluşan boyalar sürüyorlar. Geçen yıl siyahtı yünlerinin üzerindeki boyalar, bu yıl mavi. Bu boyama işlemlerini her yeni doğan kuzulara yapıyorlar.

Çoğu zaman dağda yiyecekleri azaldığında köyün içlerine kadar girip, sokaklarındaki yıkık damların içinde, bazen de tel örgüleri aşıp boş arsalarda yiyecek arıyorlar. Bazı akşamlar onların seslerine uyanıyorum. Karanlıkta ya kuzusu anasını kaybetmiş, ya da anası kuzusunu. Çıkardıkları acı seslerle birbirlerini karanlığın içinde bulmaya çalışıyorlar. Karanlığın içindeki insan da karanlığın içini göremez. Görebilmesi için ya aydınlatması gerek içinde bulunduğu karanlığı ya da karanlıktan aydınlığa çıkması gerek. Ama işte “sen yanmasan, ben yanmasam nasıl çıkarız aydınlığa” dizlerinden bihaber insanlar yaşadığı yerin farkında da olamazlar.

Nerede kalmıştım, evet dağdaki koyunların seslerine uyandıktan sonra bir süre uyuyamam ve düşüncelere dalarım o sıra. Bu hayvanlar neredeyse bütün yıl, her mevsim, her hava şartlarında orada kaldıklarını düşündükçe de ürperirim. Hele yağmurlu ve fırtınalı havalarda, her yer ıslak ve çamur olmuşken nerede, nasıl yatacak yer bulur bu zavallılar.

Bazen o kadar yaklaşır ki yanına, bunun açlıktan ve susuzluktan olduğunu bilirim. Kendimden bilirim bunu. İnsanın aç kaldığında, düşmanına ölümüne gider gibi gittiğini iyi bilirim.

Hele kuzulama dönemleri. Mantar gibi bir sabah, o her gün karşıma çıkan her bir koyunun yanında mini mini ve bir avuç pamuk yumağını andıran, incecik, çelimsiz ayaklarıyla yalpalayarak yürümeye çalışan kuzucukları görürüm. Aklım hemen o karanlık, soğuk, ıslak gecelere gider. Bu koyunların dağda tek başlarına, bu havalarda doğurduklarını düşündükçe şimşekler vurur her yanıma balyoz gibi. Ahh..sancı çekmeyen ne bilsin ki başkasının sancısını.

Şimdi gelelim asıl konuya..

Bu koyunlar üzerinde hiçbir emeği, alın teri olmayan kişiler en sonunda gelip bu yeni doğmuş olan kuzuları da boyarlar. Yani onların da sahipleri olurlar. Onların da üzerilerinde hak iddia ederler. Oysa bu kuzular da tıpkı onları dünyaya getiren koyunlar gibi kendi başlarına yiyecek bulacak, bulamadığı zaman aç kalacak, susuz kalacak, geceleri dışarda hangi şartlarda olursa olsun sabahlayacak ve günler birbirini kovalayıp, onlar da kuzular doğuracak. Sahipleri gene onları da boyayacak. Bu devran hiç bitmeyecek. Ta ki biri çıkıp buna “dur” diyene kadar, bu olmadan, sahip oluş devam edip gidecek.

Bu hikaye size de tanıdık geliyor mu bir yerden..

Ben hatırlatayım hemen. Biz doğduğumuzda bizi bir kütüğe kaydederler. Sonra bir kimlik verirler elimize. Düşmanlarımızın olduğunu öğretirler okullarda. Hele bir daha hiç kullanmayacağımız okumayı ve yazmayı da öğretirler. İşçi bir babamız ve ev işlerine temizliğe giden annemiz ne bulursa onu yedirir bize. Bulamazsa gidip aç olduğumuzu, çocuğumuza yedirecek ne bir ekmeğimiz, giydirecek ne bir ayakkabısı olmadığını söyleriz. Onların bize layık gördüğü yiyecekleri ve giyecekleri verirler sonra o muhtaç kişilere. Kimse düşünmez bu muhtaçlığı ortadan kaldırmak için yapılması gerekenleri. Ne muhtaç olanlar düşünür bunu, ne de muhtaç edenler.

Bununla da kalmaz. Bizim nerede, nasıl yaşayacağımıza, ne kadar kazanacağımıza, nasıl ve ne zaman öleceğimize onlar karar verir. Onlar isterse savaş çıkarıp durumdan pay da çıkarırlar kendilerine. Koyunlar nasıl kesilip kasaba satılırsa, insan da canlı canlı satılır insana

Total Page Visits: 1589 - Today Page Visits: 3

Yaşar KARA

Yazarın diğer yazılarına ulaşmak için bu sayfayı ziyaret edebilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir