MASAL BU YA..
Adnan Benk’ in “Eleştiri yazıları Okuyorum, öyleyse varım” kitabının sunuş yazısında Mehmet Rifat “okuyarak var olan”, dolayısıyla “okuyarak var eden” bir yazı ustası olarak niteler Adnan Benk’i.
“Düşünüyorum o halde varım.” diyen Descartes’ten esinle “düşünerek var olan” neden “düşünerek var eden” olamıyor? Biz, bırakın düşünerek var etmeyi, her şeyi düşünmeden yok ediyoruz. Aristoteles ’in “İnsan, düşünen bir hayvandır.” sözünü, insan düşünmeden yok eden bir hayvandır şeklinde düşüncenin akışını değiştirerek söylersek yaşadığımız çağa ne kadar uygun düştüğünü bazılarımız anlayacaktır.
“Düşünmeden” kelimesini olumluya çeviriyor zihnim ya da çevirmek istiyor. Düşünmeden yola çıkarsak, düşünmenin yolunda oluruz. İçinde düşünce barındırmayan bir şey var mıdır? Düşünen nedir, kimdir? Zaman düşünür mü? Peki ya dil; dil düşünür mü? “Dil, varlığın evi” midir? “Düşünmek yeni bir dünya yaratır mı, yeni bir yer tesis eder mi? İşte, “düşünmeden” yok eden hayvanlar yerine; “düşünmeden” yola çıkarak yeni bir düşünceyi inşa edebiliriz belki.
İnsan düşünüyor …“Ben yalnız kalmak istiyorum. Ama bir süre sonra insan paylaşmak istiyor. Bir yemeği, bir yürüyüşü, bir gün batımını, güzel bir şarkıyı biriyle paylaşmak istiyor insan” diyor. Oysa, insan yalnızlığını önce kendisiyle paylaşmayı öğrenmeli. İnsanın kendisiyle paylaşamadığı yalnızlığı, başka biriyle paylaşamaz. Bu “biri” ille de bir insan değildir. İçinde yaşamak için kurduğun bir ev de olabilir bu. İnsan eviyle de yalnızlığını paylaşabilir. Bahçesine, balkonuna diktiği bir çiçekle, bir meyve ağacıyla paylaşabilir yalnızlığını. İşte, bunların ayırdımına varamamış insan kalkıp bu “biri”ni insan olarak düşünür. İnsan, O “biri”yle karşılaştığında ise paylaşmayı öğrenemediği için yaptığı veya yapacağı bütün eylemler, karşısındaki insana sahip olmak, onu ele geçirmeye çalışmaktan başka bir çabadan öteye gidemeyecektir.
Kendi kendini öğüten değirmen taşı gibidir düşünmek, alçak gönüllülük tanımayan bir istektir kendimizde. Bizi yaşam süresinin bir hayli uzağına fırlatan ve yaşamın derinliklerine atılan taşın peşinden kendimizi attığımız dipsiz bir kuyudur düşünmek. Düşünmeye başlamak zor bir işi üstlenmeye bir çağrıdır aynı zamanda. Çünkü sen, iç dünyanın sonsuz derinliklerinde gerçekleşecek olan olgunlaşmanın ilk adımlarını atacaksın. Tıpkı bu dünyadaki ilk adımlarını atmaya çabalayan bir bebeğin aslında bilinmeyene doğru bir yolculuğun adımlarıdır bunlar.
Düşünmek, kendinden aldıklarını kendine vermektir. Kendinden aldıklarını kendine vermeyen insan katledilen doğa gibidir. Katledilen doğa nasıl önce kendisi ölür ve yaşattıkları da sonra ölürse, insan da öyle kendi kendini yok eder ve sonra da içinde yaşattıklarını. Yaşam karşısında geç kalmışsın gibi hemen düşünmek zorundayız, şimdi. “İnsan düşünceden ibarettir.” diyen Mevlana’ya bakarak hem düşünmek için yaşamalı hem de yaşamak için düşünmeliyiz.
Etrafımıza şöyle bir bakalım. Herkesin gördüğü şeyi görüyor, herkesin duyduğu şeyi duyuyoruz. Peki ya kimsenin görmediğini görmek, duymadığını duymak? Görünen şeylerin bir orijinali, ilk örneği olmayan; kendisi zaten bir kopya olan bir şeyin kopyası olduğunu ne zaman göreceğiz biz? Bir gerçeklikten bahsediyorum, kendi gerçekliğimizden. Öyle ki, küresel efendilerin çizdiği dünya ile içinde yaşadığımız dünya birebir eşit boyutlara sahip bize dayatılan dünyadır. Aslında içinde yaşadığımız dünya çoktan çökmüş ve çürümüş bir dünyadır. Oysa yaşanılır sandığımız bir görünüme sahip dünya, bir leş gibi çürüdüğü halde, zaman içerisinde gerçeğiyle karıştırılan sahtesi olmuştur.
Yani düşünecek olursak; dünyanın dünya, insanın insan olmadığı, sahtesinin yerini aldığı bir yeniçağ masalı olup çıkmış bu yaşadığımız. Hepsi bu..