MUTLULUK
“Hiç odandan çıkmıyorsun.” diyorlar bana. İçimden çıkamıyorum ki. “insan içine karış biraz.” diyorlar arkasından, nasıl karışayım, içimdeki insanlardan kaçamıyorum ki. Arada bir çıktığım oluyor, bakıyorum da herkes konuşuyor. Oysa taş nasıl susuyor, gün doğarken hep sancılı, o sancıyı kimse duymuyor..
Günlerce konuşmadığım oluyor. Telefonları açmadığım, kapılara çıkmadığım oluyor. Dillerini bilmediğimden değil. Bildiğim diller var elbette. Sessizliğin dilini, zaman ve varlığın bir patikada yürürken duyduğun tek sesin yalnızca kendi adımlarından çıkan sesler olduğunu duyduğunda anlam kazandığını bilirim mesela, o dilsizin dilindeki sus harflerini. Hele dinginliğin dilini, bu dünyadaki her şeyi kaybedip, kendini bir denizin ortasındaki adada herkes gittikten sonra yani ada adalılara kaldıktan sonra topladığın taşların ceplerinde çıkan seslerini duyduğunda dinlenmeye başlayan ruhumdan bilirim.
Şiirin dilini bilirim ben. Varlığın dilinde yatan o kulakları sağır eden kesintisiz uğultuyu duyar duymaz geçmiş, şimdi ve gelecek olan bütün o dünyanın ağrılarını ve acılarını duyarım. O yüzden yaşarım, o yüzden yaşayan bir karayım ben.
Sanatın dilini de bilirim. Hakikatin arayıcısıdır o. “ doğrular tentürdiyot gibidir, acıtır ama iyi gelir.” diyen Goethe’yi severim. “genç Wertherin acıları” nı okuduğumdan beri kendime gelemedim. Sanatın dili rahatsız eder çünkü insanın ruhunu. Çoğu insan sanattan bu yüzden korkar, bu yüzden sanatın dilini bilmek istemez. Ama gider dilini bilmediği ellere inanır.
Daha sağlam gerçekler dururken, bir yalana inanmak, hakikate inanmaktan daha kolay gelir.
Bir de “mutluluk” diye bir dil var insanların dilinden düşmeyen.
Ben mi..
Mutluluğu yakaladım
Mutluluğu bıraktım
Yakalasınlar diye…